PAPAĞAN BESLEYENLERE BESLEMEYİ DÜŞÜNENLERE
"Yaşam hakkı kutsaldır" diyerek başlamak istiyorum bu yazıya... Binlerce kilometre uzaklıktan gelen; aslında zorla getirdiğimiz, küçücük canlarıyla tırların altındaki kasalarda ölüme karşı koymaya çalışan kaçak yolcular var aramızda; papağanlarımız…
Şanslı olanlar grubundan mıdır kalan sağlar; yoksa asıl şanssız olanlardan mı; tartışabiliriz…Ölüm veya esaret, ne acı ki onlara sadece bu iki seçeneği sunabiliyoruz hayatlarına zorla müdahale ettiğimiz andan itibaren; onları o cıvıl cıvıl ormanlarının seslerinden, renklerinden bencilce mahrum ederken... Belki bazılarımız bilir; bazı papağan türleri tek eşlidir, yani aileleri onlar için de önemlidir.. Sadece insanlar mıdır sevdiklerinden uzakta ayrılık acısı çeken; özlemi bilen, ya da eşini bekleyen? Koca koca eldivenler önce sevdiklerinden ayırır küçücük bedenlerini, sonra da kanatarak şuursuzca kesilen kanatlarından… Açlık, susuzluk, gözlerine giren tırnaklar, parmakları kopan ayaklar derken yol sonunda ayıklanırlar tek tek ölmüş tanıdıklarından, belki eşlerinden, belki çocuklarından.. Karanlıklar, yalnızlıklar, korkular, acılar almıştır o cıvıl cıvıl ormanlarının yerini…Sonrası uzun geceler; uzun sabahlardır her birinin; beni ne zaman öldürecekler diye bekledikleri…
Özgürce uçtuğu dağları, tırmandığı palmiyeleri, banyo yaptığı nehirleri, ısındığı güneşi olmuştur kafesinin demir parmaklıkları… Şimdilik tek barınağı, dostu olan küçücük kafesinde bile huzur vermezler ki; sürekli tepesine dikilen, bulunduğu ortama ait olmadığını hatırlatan, meraklı, bencil bakışlar… Nerede o rengarenk, lezzetli, taze meyveler, tohumlar, şırıl şırıl akan sular??? 3- 5 gün aç kalıp düşünecek bolca geniş vakitleri olunca, karar verirler en sonunda yem kaplarından bir iki çekirdeğin tadına bakmaya; "galiba teknoloji çok ileride burada, tüm o lezzetli yemişleri kapsülleyip bu boş bayatmış gibi kokan çekirdek kabuklarında saklıyor olmalılar" diye.. Halbuki bilmezler ki; ömürleri boyunca önlerine konacak sabit menüleridir artık, çekirdek yanında bulanık suları.. Zaten ömürlerinin ancak dörtte birini yaşayabilirler bu kadar sağlıksız bir hayatla… Ve aslında onlar hakkında yazılabilecek her şey artık burada mutsuz bir son ile biter…
HaYıRrR… Asıl her şey şimdi başlıyor!! ::)
Dostluklar, aflar, telafiler, mutluluklar ve sağlıklı, uzuuun, kocaman bir ömür papağanlarımızla… Kusura bakmazsınız umarım, uzunca bir giriş oldu; ama belki biraz olsun küçük dostlarımıza olan sabırsızlığımızı, bencilliğimizi hafifletmiştir onlara papağan gözüyle şöyle bir bakmak… Kim garantisini vermiş ki dünyada yalnızca iyi şeyler olur diye? Belki sadece üzülmeye geldik, arada bir küçük mutluluklar serpiştirilen dünyamıza… Yani nasıl diyeyim, bence hayat; geniş zamanlı bir üzülmek fiilidir; ara sıra mutluluk zarfları kullanılan… Kahretmeye, üzülmeye harcadığımız vakit iyice yiyor şu kısacık hayatlarımıza serpiştirilen o mutlulukların hakkını… Kim geriye dönüp bakınca her gününü iyi ve mutlu hatırlıyor? Papağanlarımız da kötü günler yaşadı diye; hepten yaşamayı bırakmıyor ki.. Aksine sıkıca tutunuyorlar hala küçücük ayaklarıyla tüneklerine, hala güneşin doğuşuna heyecanlanıp, ikram edilen bir meyvenin tadını çıkara çıkara yiyebiliyorlar…
Bilinçliymişiz… Bizi hayvandan bu özelliğimiz ayırıyormuş; o yüzden zevk için, spor için, lüks için, şov için cana kıyabiliyoruz galiba.. Oysa ki; o “bilinçsiz” hayvanlar bir tek canları tehlikeye düşünce kıyıyorlar cana.. Ya açlık sınırında karnını doyurup hayatını sürdürmek için; ya da nefs- i müdafaada… Tabii ki genellemeler doğrularımız olmamalı; şahsen ben de yürekten inanıyorum; insan var hayvandan aşağı; insan var melekten üstün… Eğer araştırmaya ve okumaya vakit ayırabiliyorsanız küçük dostlarımız hakkında biz de bir şeyler öğrenelim; paylaşalım diye, maddi çıkarlardan uzak onları karşılıksız seviyorsanız, can kime ait olursa olsun duyarlıysanız yaşam hakkının kutsallığına; HOŞGELDİNİZ ARAMIZA… Amacımız bildiklerimizi anlatmak, bilmediklerimizi dinlemek, öğrenmek istediklerinizi araştırmak, ve tabii en güzeli de kaçak yolcularımız olan papağanlarımıza onca kötü günlerinden sonra artık sağlıklı, huzurlu ve mutlu; sıcak bir yuva kurmak hep beraber…
Evlerimiz Amazonlar kadar büyük olmasa da, Peru’nun yağmur ormanları kadar zengin olmasa da ( onların para birimi; yani zenginlik anlayışları meyve, sebze, tohumlardır o bakımdan :D); her ne kadar ”Aaaa!!! Türkiye diye bir ülke varmış, haydi dağılıyoruz artık, bir kısmımız mümkünse yolda ölsün, buraları bırakıp, orada apartman dairesinde bir kafese tıkılmak için göç edelim” demeseler de; kalbimizin büyüklüğü, ilgimizin çokluğu, sabrımızın ve hoşgörümüzün sonsuzluğu ile koruyalım, sevelim, hiç ama hiç bırakmayalım onları; VAR MISINIZ??
Peki nasıl başlayacağız, nereden??… Ya da başladık bile mi onları beslemeye? Şunu da belirteyim hemen; yazılarımızı sadece hayvan besleyenler için hazırlamıyoruz sevgili arkadaşlar; bilakis beslemeyenler, beslemeyi düşünenler ve düşünmeyenler için de emeğimiz.. Sokaktaki aç serçelere kafa çevirenlere; bir susam tanesini, ekmek kırıntısını en az bizim kadar yaşam hakkı olan bu küçüklere çok görenlere; balkonunu pisletiyor diye güvercin yuvalarını bozanlara kadar erişebilirsek hele; ne mutlu bize… Bilinçlenmek sadece cep telefonu, bilgisayar kullanmayı öğrenmekle; yani kısacası teknoloji tüketiciliği ile olmuyor.. Okumak, araştırmak, bizi ilgilendiren, ilgilendirmeyen, hatta rahatsız eden her konu hakkında söyleyecek bir sözümüz olmalı; eğer ki bilinçli olduğumuza inanan insanlardansak… Üniversiteler diploma veriyor, adımızın önüne eklenecek etiketler veriyor; ya peki ruhumuzu, düşüncelerimizi, duygularımızı kim eğitip, kim ödüllendirecek?? Tabii ki sadece kendimiz… Araştırarak, öğrenerek, çıkarsızca yaşayarak, EN ÖNEMLİSİ SEVEREK EĞİTEBİLİRİZ ANCAK RUHUMUZU, DÜŞÜNCELERİMİZİ, DUYGULARIMIZI…
Sevmeye en çıkarsızından başlasak.. Hani dipsiz bir kuyuya taş atar gibi, atsak emeklerimizi, sevgimizi, vaktimizi? Ve hiç beklemesek attıklarımızın bize geri sekmesini… O kalpler öyle genişler ki işte… Karşılıksız sevmeyi öğrenenler en güzel eğitenlerdir kendilerini.. Çünkü artık yaşam tarzları olur bu, birine el uzatırken bakmazlar o bana ne uzatacak diye… Birine iyilik yaparken takmazlar zamanında o bana kötülük yapmıştı ama!!, diye… Bu yüzden anlamam niye batar bazılarına hayvan sevenler.. Bırakın büyüsün kalplerimiz, korkmayın bu kadar paylaşmaktan… Sanıyor musunuz ki küçücük cana kıyamayanlar, hayvan sevenler; insanlığın sorunlarına duyarsız kalabilirler?? Biz; köpeklerini, kedilerini aksesuar veya mal gibi gören, tıraşlarını yaptırıp; pahalı mamalarla besleyince onları sevdiğini sanan, bir yandan da kürklerini omuzlarından eksik etmeyen grubu takdir etmiyoruz, hayvan sevenlerden saymıyoruz efendim…
Kalplerimizi severek büyültelim; kocaman yapalım, içinde annemize, babamıza, patronumuza, eşimize, çocuklarımıza, inançlarımıza, dostlarımıza, arkadaşlarımıza, köşedeki yaşlı amcaya, tanımadığımız komşumuza, balkonumuza sığınan serçeye de yer olsun… İnanın tükenmez, daha çok çoğalır o zaman mutluluklar… Unutmayalım ki asla; üzüldükçe, strese girdikçe büzülür, katılaşır kalbimiz; ama sevdikçe, sevildikçe büyür kalbimizle mutluluklarımız…
Niye bu kadar çok vurguladım bu sevgiyi?Çünkü işe öncelikle ve sadece sevmekle başlayacağız işte!!!!!.. Papağanlar öyle yemle, suyla, bakımla beslenmez; sevgiyle beslenir.. İletişime son derece açık, sosyal hayvanlardır.. Hoyratça oradan oraya sürüklenmiş hayatları ile aralarındaki tek bağ biz oluyoruz; onları aldığımızda, o bağı ne kadar güçlü tutarsak, o kadar mutlu olacaklardır yeni hayatlarında.. Papağan konuşsun, bizi eğlendirsin, omzumuza çıksın, omzumuzdan insin, parmağımıza gelsin, parmağımızdan gitsin, şimdi kendini kaşıtsın, sıkıldık artık kaşıtmasın diyenler mi var aramızda?? OLDUU, bir de kahve yapıp, camları silsinler mi????? “Sevilmek istiyorsan; önce sevmeyi bileceksin” demiş Nietzsche… Sevilmek, bir de her şeyden önce; biraz sabır işidir… İnsanlar üç kuruşlarını çalanlara bile güvenmezlerken bir daha, biz onların ailesini, yaşamlarını ellerinden almışız; biraz da olsa hakları yok mu onlara yaklaştığınızda korkuyla hırlamaya…
Öncelikle kabul edelim, bu karşılaşmada bir sıfır onlar önde… Beraberliği yakalamak için biz emek harcamalıyız artık!!! Aslında çok da gururlu olmazlar, öyle gözükseler de… Ad vermeyeceğim, rencide etmeyeceğim buradan; ama aramızda ne menfaatçi papağanlar var bir bilseniz… Meyvelerin başladığı yerde can ciğer dostunuz, bittiği anda da tekrar düşmanınız olur bu menfaatçi profil… İkram edilen meyvelere hiiç dayanamazlar aslında, mağrur ve aç olmaktansa, yüz göz olunmuş bir tokluğu tercih edeceklerdir eninde sonunda… Hele ki şapur şupur sesler çıkararak karşılarında önce siz tadına bakıp, reklamını yaparsanız ikramlarınızın… Bunlar küçük rüşvetlerdir güvenlerini kazanmak için.. Asıl kozunuz kafa masajıdır!!! Hiçbir papağan tanımadım ki bu piyasada; kafa masajına, ense kaşıtmaya hayır diyebilsin, karşı koyabilsin!!! Ama tabii bu eğitimin ikinci kısmındadır, yani derslerimizin müfredatını üçe bölersek; ilkokulda güveni, öğretmenlerinin kendisini yemeyeceğini, onları sevmeyi, saymayı, basit el egzersizleri ile insanlardan korkmamayı; ortaokulda artık bize alışmazsan; kafanı kaşıtamazsın kanununu, yani tıpkı dersini çalışmazsan 5 i alamazsın gibi sığ zihniyetli öğretici bir tehdidi :P , lisede de alanda uzmanlaşmayı öğreteceğiz.. VE TABİ BİR DE DERSENİZ Kİ YABANCI DİLİ OLSUN; KONUŞMAYI DA ÖĞRETEBİLİRSİNİZ İLKOKULDAN İTİBAREN.. Takdir edersiniz ki kolejler bile sırf yabancı dil veriyorlar diye milyarlarca para istiyor velilerden.. Papağanlar için de durum değişmiyor maalesef, bunun için fazla mesai yapmalı, sıkılsanız da, diliniz artık dönmese de, hatta dilinizde kıllanmalar başlasa da; mecbursunuz! Henüz papağan koleji olmadığına göre memlekette, milyarlarca para dökülen kolejler gibi, sorumluluğunuz büyük… Her an onunla konuşmalı, üst satırlarda belirtildiği gibi dilde kıl bitene kadar bıkmamalısınız… Yabancı dil de gerçi bir yetenek işidir; ama en azından onca yüklü eğitimin ardından, eh işte birkaç bir şey kapan, turistlere merhaba deyip, adını sormayı başaran yetenek yoksunu kolej mezunları da vardır hani… Bazıları da, ilkokul mezunu bile olsa, hırsla, azimle; Rusça, Almanca, İngilizce üç dilde konuşmayı öğrenen turizm sektörümüzdeki garsonlarımız, cankurtaranlarımız gibi çok yetenekli de çıkabilirler… Ama yine de hiç konuşamayanları da hor görmeyelim, biz de yeteneklerimize, eksiklerimize, kendimiz ile ilgili beğenmediğimiz birçok şeye kendi elimizde olmadan sahip olmuyor muyuz? Hem belki hiç konuşmayan bir papağan, çok candan bir dost olur; ya da şakır şakır konuşan bir papağan da elini dahi sürdürmez kendisine, ısırmaya meyillidir. Adını ısrarla vermek istemediğim bir diğer papağan ise, onu tanıyan ve yazıyı baştan takip edenler aşinadır kendisine, şu menfaatçi arkadaş, hem kel; hem fodul pişkinliğinde, kart horoz gibi öter, akbaba gibi tüner, bir de üstüne hiç kimseyle muhatap olmaz.. Ama böyle talihsiz bir örnekle karşılaşmak 70 milyonda bir gibi bir olasılık taşır, aramızda da o olasılığa denk gelenimiz var işte, ne yaparsınız…
R. B. /2006
papağanlar hakkında bir dergi için yazdığım bir yazıydı bu.
pet magazinblogspot com sitesinden alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder